Pazarlama Profesyoneli Satış Gönüllüsü Ürün Kaşifi Yönetim Danışmanı

Teknoloji Bu Kadar Hızlıyken Yoruldun, Biliyorum: Teknolojiyi Yakalamaya Değil, Belki de Ateşlemeye İhtiyacın Var!

Zaman Yolcusu Arif ile Teknolojinin Evrimi

ALET EDEVAT YASAK!

Bir yerlerde bir zamanlar…

Taşlar konuşmuyor, ama düşüyordu.

Bir mağaranın içinde, elinde çakmaktaşıyla dolaşan bir adam vardı. Adı Arif’ti. Kimi ona deli dedi, kimi “meraklı”… Ama o sadece düşünüyordu.

O dönemin “mahallesi” kayalık, komşuları ise maymundu. Arif ateşi bulduğunda kimse sevinmedi. Aksine “Sen yine ne karıştırıyorsun?” dediler.

“Alet edevat yasak!”

Oysa Arif’in niyeti yemeği ısıtmaktı.

Ertesi gün bir şey icat ettiğinde, bir taş daha yedi kafasına. Ama vazgeçmedi. Çünkü onun kafasında taş değil fikir vardı. Kendini bir gün ateşle oynarken, ertesi gün yıldızlara isim koyarken, bazen matbaa kurarken, bazen de BASIC diliyle uzayda kod yazarken buldu. Her çağda bir sorunla karşılaştı. Her çağda bir şey söyledi:

“Ben sadece ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.”

Ama her dönemde, anlamaya çalışanlar ya susturuluyor, ya da ışığa karışıyordu.

Tarih Arif gibilerle doluydu. Ama bu Arif… biraz farklıydı. Çünkü o, düne sıkışmayan, bugünde oyalanmayan, yarına da şaşkınlıkla bakan biriydi.

Adı: Arif

Mesleği: Zaman yolcusu

Uzmanlığı: Merak

Yan etkisi: Işınlanma (bazen plansız)

Bu öyküde Arif bazen tanrı zannedildi, bazen cadı. Bazen filozof oldu, bazen hacker. Ama aslında sadece… soran biriydi.

Ve bu hikaye, sadece geçmişi anlatmaz…

Her şey seninle başlar.

BABİL‘DE BURÇLAR KARIŞTI

Bir gece vaktiydi. Kumdan tepelerin ardından ışıldayan kadim bir şehir: Babil. Gökyüzü yıldızlarla dolu, sıcaklık insana sarılacak gibi. Palmiye yaprakları usulca sallanıyor, gecenin huzuruna bir melodi eşlik ediyordu: tapınak rahiplerinin yıldız gözlem duaları.

Ve işte o an, parlayan yıldızlardan birine takılıp gelen… ARİF!

Arif, gökten zembille değil ama yıldız tozu gibi düşmüştü Babil’e. Sırtı biraz kumla kaplı, aklı ise her zamanki gibi fikirle doluydu. Üstünde keçi derisi kıyafetler, bir elinde çakmaktaşı kalmış hala.

Etrafa bakınıp mırıldandı:

Arif: “Bismillah… N’oldu be yine? Bi’ sıcak, bi’ taş bina… Şurda biri teleskop gibi bi’ şey tutuyor! Heyy selam!”

Göğe bakan yaşlı bir rahip döndü, yüzünde ciddiyetin bin yıllık katı hali:

Rahip: “Sus yabancı! Göğün sırrı herkesin kulağına fısıldanmaz. Tanrılar kızar!”

Arif: “Yani ben bi’ iki yıldız hizası çizmiştim. Bak şu balığa benziyor, şu koç gibi, şu da ikizlere… Bunlara isim versek kötü mü olur?”

Rahipler fısıldaşmaya başladı. İçlerinden biri bağırdı:

Rahip 2: “Tanrıların takvimini çiziyorsun sen! Kader çizgileriyle oynamak istemezsin!”

Arif gülümseyerek yaklaştı:

Arif: “Yok be hocam, ben sadece doğum gününe göre ruh hâli çözüyorum. Hani mesela: ‘Bu çocuk Aslan, egosuna yenik düşer. Bu Yay, her şeyi yanlış anlar. Oğlak’la konuşma, çok mesafelidir.’ Eğlencelik şeyler yani!”

Rahip: “Eğlencelik mi?! Gökbilim ilahi düzendir! Bu saçmalıklarını taşlara kazıyamazsın!”

Arif: “Kazıdım bile. Şu taşta Balık, şunda Terazi… Üstelik TikTok videosu da çektim.”

Rahipler daha da köpürdü. Fakat o sırada, izleyen genç bir çırak heyecanla yaklaştı:

Çırak: “Bu… bu çok güzel. Herkesin karakterini gökten anlayabiliriz demek?”

Arif göz kırptı:

Arif: “Aynen öyle koçum. Ben buna ‘burç’ diyorum. Yakında herkesin profilinde olacak. Hatta kimseyle tanışmadan önce ilk sorulan şey bu olacak: ‘Burcun ne?’”

O sırada yukarıdan bir şimşek gibi ışık indi. Zemin titredi. Rahipler dua etmeye başladı.

Rahip: “Tanrılar gazaba geldi! Yıldız düzeni bozuldu!”

Arif yavaşça geri çekildi. Kumların içinden çırak arkasından bağırdı:

Çırak: “Geri gel! Benim burcum neydi söylemedin!”

Arif, döne döne kaybolurken sadece bir laf bıraktı:

Arif (gülerek): “Terazi gibisin kardeşim… dengen bozuk ama niyetin iyi!”

GALİLEO’NUN MAHALLESİNDE DERTLER DÖNÜYOR

Tozlu, taşlı bir sokağa düştü Arif. Fıçıya vurarak kafasını çarpınca gözlerini sıkarak mırıldandı:

Arif: “Eyyvah yine başka zamana geldik… Bi’ gün de normal bir yere ışınlansam şaşarım zaten.”

Ayağa kalktı. Üstü başı toz içinde, üzerinde tuhaf kıyafetler, düğmeleri metalden. Belinde ufak bir kese, elinde… sapasağlam bir teleskop!

Arif: “Aha! Bu sefer ne oldum acaba o da ne! Uzay bilimciyim. En azından bu defa meraklıyı taşlamıyorlardır herhalde.”

Tam o sırada bir balkondan ses duyuldu:

???: “Hey sen! O aleti nereden buldun? Gözlem yapıyorsan dikkatli ol, bu aralar papazlar tepemizde!”

Arif başını kaldırdı. Balkonda biri duruyordu. Sakallı, gözlüklü, parmaklarının arasında bir tomar kağıt:

Arif (gülümseyerek): “Sakalın şekil, gözlüğün dürbün. Kesin bilim adamısın sen. Ne var, Uranüs’ü mü çiziyon?”

???: “Galileo Galilei. Gel hele içeri, sen… garip ama parlak görünüyorsun.”

İçeri girdiklerinde duvarlar formüllerle doluydu. Masada çizimler, gökyüzü haritaları. Arif bir taşın üstüne oturdu, elindeki teleskopla etrafı kolaçan etti.

Galileo: “Bak, Jüpiter’in dört uydusunu izliyorum. Dünya merkezde değilmiş diyorum ama kimse inanmıyor. Sanki evreni belediye çemberi sanıyorlar.”

Arif: “Abi seninle aynı fikirdeyim. Zaten az önce gökteyken yıldızlar bana, ‘Bu Arif yine bir şeyler deniyor’ dedi. Ben bu yolun yolcusuyum.”

O gece birlikte gözlem yaptılar. Ay’a bakarken Arif dürbünü ileri itti:

Arif: “Ay’da çukurlar var. Yüzeyi pürüzsüz değil. Dandik seramik gibi. Ama yüzyıllar sonra hala romantik duygulara gebe olacak ha, yazık.”

Galileo: “Evet, evet! Ama bu bilgiyi yaymak… tehlikeli.”

Arif: “Yayılan ışık durdurulamaz hocam. Bak bu teleskoba filtre takıyorum, Instagram filtresi gibi düşün. Hem gerçek hem güzel.”

Galileo (gülerek): “Sen… garip ama ileri görüşlüsün.”

Tam o sırada kapı kırıldı:

— “Açın kapıyı! Engizisyon adına geliyoruz!”

Arif hemen teleskobu kapıp pencereye yöneldi. İçinden geçirdi:

Arif: “Ben bu sefer de iptal edildim demek. Neyse, yıldızlar beni bekler! Sansürleyene sansürle karşılık vermek lazım.”

Tam o anda bir ışık süzüldü içeri. Galileo şaşkınlıkla baktı. Arif, dürbünü omzuna atıp poz verdi:

Arif: “Yarın yokmuş gibi gözlem yapın, çünkü bazen gerçekten yoktur.”

Ve göğe karıştı. Işık onu alıp götürdü. Galileo teleskoba bir kez daha baktı. Sonra gökyüzüne döndü, mırıldandı:

Galileo: “Arif… Işığın hep parlak olsun…”

OSMANLI’DA MÜREKKEP İSYANI

Arif bu sefer taş değil, demir gibi bir yere düştü. Kafası zemine değdiği gibi etrafa bakındı, burnuna gelen kokuyla başını kaldırdı:

Arif: “Ooo bu defa şehir merkezi gibi. Çarşı var, kahve kokusu var, herkes cüppeyle dolaşıyor… kesin Osmanlı’dayım. Ve sabahın köründe bile gerginlik var.”

Bir köşede çökmüş, fesini alnına kadar çekmiş bir adam eski bir kitabı kopyalıyordu. Cümleleri ağır ağır yazıyor, her satırda ‘aman yanlış olmasın’ bakışıyla tekrar tekrar okuyordu.

Arif: “Reis ne yapıyorsun? Böyle el yazısıyla kaç cilt çıkartacaksın? Google Docs’a düşemiyor muyuz bu metni?”

Adam: “Fotokopi? O ne ki? Kalemle yazıyorum işte. ‘Tarih-i Cihannüma’ kopyası bu. Sipariş geldi, üç haftadır bununla uğraşıyorum.”

Arif: “Valla reis bu iş yaş. Bekle ben sana bir sistem kuracağım. Adı: matbaa. Yani taşın üzerine harfleri dizeriz, mürekkep süreriz, hop kağıda. Tık tık bilgi!”

Arif hemen Divanyolu’na yöneldi. Bir han kiraladı. Tahtaları, taşları, keçeli harf kalıplarını topladı. Birkaç becerikli çırak buldu. Kısa sürede matbaayı kurdu.

İsmini de koydu:

“Bas Bas Paraları, Bilgiye Yatırım Yap!”

İlk bastığı kitap: “Arifname – Bilim, Mizah ve Geyik Üzerine Kısa Notlar”

Ama daha beşinci sayfa basılmadan kapı çat! Açıldı. İçeri uzun cüppeli, ciddi bakışlı, dosdoğru konuşan bir heyet girdi:

Ulema: “Kimsin sen! Bu ne cüret! Hattatlar ne olacak?”

Arif: “Abiii, ben el emeğine karşı değilim. Hattatınız güzel yazar eyvallah, ama bilgiye ulaşmak sadece seçkinlere özel olursa bu iş ilim değil, ego olur.”

Ulema: “Peki ya kutsal metinler? Ya yanlış basılırsa? Ya halk yanlış anlar, ya kelime eksik çıkarsa?”

Arif: “Bak hocam, doğru basılırsa da kimse okumuyor, zaten sıkıntı orada. Ayrıca bilgi, yazıldığı yerde değil, ulaştığı zihinde değer kazanır.”

Tartışma büyüdü. Kalabalık toplandı. Kimisi Arif’i destekliyor, kimisi “fitne bu!” diye homurdanıyordu. Arif bastığı kitaplardan birini aldı, yüksek sesle okudu:

“Bilgiyi saklayan değil, paylaşan kazanır. Çünkü merak, sadece ulemanın değil, insanın doğasında vardır.”

Kıyamet koptu. Biri “yakın şunu!” dedi, öteki “adam haklı vallahi” diye fısıldadı. Derken linç hazırlığı başlamışken… o tanıdık IŞIK!

Arif: “Matbaanın mürekkebi kurumadan kaçıyoruz ya, pes vallahi…”

Bir anda ortalık dağıldı. Kalabalık bağırdı, Arif ışıkla birlikte kayboldu. Yerde uçuşan sayfalardan birinin üzerinde tek bir satır yazıyordu:

“Okumaktan zarar gelmez.”

SANAYİ DEVRİMİ’NDE ARİFMOBILE VAKASI

Arif bu sefer taş değil, demir gibi bir yere düştü. Kafasını raylara çarptı, homurdanarak doğruldu:

Arif: “Ayyy! Kafama ray girmiş. Hayırdır inşaat mı var burada?”

Etrafına bakındı. Gökyüzü gri, yerler kömür karasıydı. Bacalardan çıkan duman göğe yükseliyor, her köşeden “çuf çuf” sesleri geliyordu. İşçiler tempoyla çekiç sallıyor, çocuklar kömür taşıyor, insanlar buharla terliyordu.

Arif: “Vay be… Ya ben cehennemdeyim, ya da İngiltere’deyim. Farkı hala anlamadım.”

Bir çocuğun elindeki gazeteye gözü ilişti:

“James Watt Buhar Makinesi’ni Geliştirdi!”

Arif: “James kardeşim, sen dur. Ben o makineye espresso kolu takacağım, mis gibi kokar buharın.”

Bir atölyeye daldı. Buhar makinesini inceledi. Borulara ek vanalar yerleştirdi, su kazanına kahve koydu, sıcaklık ayarını 92 dereceye sabitledi.

Sonuç: İlk buharlı kahve makinesi!

Arif (tadına bakarak): “Biraz dumanlı ama alışılır. Buna ‘latte engine’ derim. İcat varsa, keyif de olmalı.”

Ama Arif için tek makine yetmezdi. Gözü hemen çarklara, pistonlara kaydı. Kafasında şimşekler çaktı:

Arif: “Bu buharla teker döner. Teker dönerse yol alınır. Yol alınırsa… Eh, arabaya ne gerek var at arabasıyla?”

Altına şasi yerleştirdi, üstüne iskelet yaptı, direksiyon milini çevirdi. Üstüne eski tren düdüğü monte etti. Sonunda ortaya çıktı:

ARİFMOBILE!

İngiltere sokaklarında ilk kez egzozlu bir ses yankılandı. Halk sokağa döküldü.

Kadın: “Bu nedir?!

Adam: “Buharlı şeytan mı bu?”

Başka biri: “At yok, yular yok, ama gidiyor!?”

Arif (camı açarak): “Yular yok çünkü teknoloji var! Binen yoksa ben gidiyorum.”

İlk test sürüşü… yokuş aşağı! ArifMobile kontrolden çıktı. Fren sistemi henüz teoriydi. Arif, direksiyonu zor çevirdi ama araba hızla Kraliyet Meydanı’na daldı.

Askerler dört yandan sardı.

Komutan: “Dur! Kraliçenin güvercinlerine çarptın!”

Arif: “Ama kuşlar uçmayı bilmiyorsa benim suçum değil ki… Bir dahaki sürümde otomatik kuş tanıma sistemi eklerim.”

Tam gözaltına alınacakken… gökyüzünden IŞIK! indi. ArifMobile’ın egzozundan kahve buharı çıkarken Arif göz kırptı:

Arif: “Motor sıcak, yol net, vizyon buharlı… ışınla artık be!”

Işıkla birlikte kayboldu. Motor sesi, duman, güvercin tüyleri arasında ArifMobile yavaşça durdu.

Yerde kalan tek şey:

“ARF-1843 – Her Devrin İcadı”

NAZİ ALMANYASI’NDA FİZİK VE FİRAR

Işıklar içinde bir laboratuvara düştü Arif. Bu sefer ortalık sessizdi. Duvarlarda Almanca notlar, yerde devreler, masada ışıltısı sönmüş bir osilatör. Radyo lambaları titriyor, arka planda bir gramofondan çıtırtı sesi geliyordu.

Tam karşısında beyaz önlüğüyle, saçları dağınık, bıyıkları nazikçe kıvrılmış yaşlı bir adam dikiliyordu.

Arif: “Aha! Ya bu adam Einstein, ya da sabah çaycısı ama teorik fizik konuşmayı seviyor.”

Adam eğildi, gözlüklerini düzeltti:

???: “Ben Einstein. Ve sen… kesinlikle buraya ait değilsin.”

Arif: “Yok abi ben zaten ışıkla geldim. Hani senin E=mc²’yi yanlışlıkla çalıştırdım galiba. Enerjim biraz fazla geldi herhalde.”

Einstein gülümsedi:

Einstein: “Burada fizik konuşmak bile tehlikeli. Bizi izliyorlar. Denklem bile fazla yazarsan sorguya alıyorlar.”

Arif: “Reis seninle kuantum yapalım. Ama önce şu radyoyu çalıştıralım. Bak bilim olur ama ruhsuz olmasın, biraz caz, biraz dalga boyu…”

Laboratuvarda köşeye yığılmış eski bir radyo buldular. Arif kapağını açtı, içindeki tüpleri kontrol etti. Cebinden küçük bir verici çıkardı.

Einstein (şaşkın): “Bu nedir?”

Arif: “Ev yapımı modülatör. Dalga boyuna duygusal ton katıyor. Şimdi notalarını aç, formüllerini ver.”

Einstein’ın E=mc² ile ilgili notlarını aldı. Her satırı bir nota değerine çevirdi. Bir denklem dizisi, bir melodiye dönüştü.

Einstein: “Ne yapıyorsun sen?”

Arif: “Abi bu formüller senfoni gibi. Bunu caz bandına dönüştürüp yayınlayacağım. Kodlu mesaj gibi düşün. Hem kulaklara hem zihinlere hitap eder.”

Gece boyunca çalıştılar. Arif dalga boyu hesapladı, Einstein osilatörü ayarladı. Dışarıda Nazi devriyeleri geziniyor, içeride teoriyle melodi dans ediyordu.

Sabah olduğunda radyo çalıştı. Çıtırtılı bir frekanstan ses yankılandı:

“Bu yayını alan varsa… Einstein hâlâ burada. Ve evet, yanında garip bir adam var. Adı… Arif.”

Gestapo hemen harekete geçti.

Einstein: “Kaçmamız gerek! Benim Amerika vizesi var, ama sen?”

Arif: “Benim ışıktan geçişli Schengen’im var. Gümrükte açıklaması biraz zor ama çalışıyor.”

Arif laboratuvarın köşesinden kendi yaptığı, saç kurutma makinesi gövdesine benzeyen küçük bir nükleer roketi çekti. Üzerine büyük harflerle yazılmıştı:

“YERİNDE DURAMAYANLAR İÇİN”

Einstein: “Bu nedir be adam?!”

Arif: “E=mc²’nin ‘E’ kısmını biraz fazla abarttım galiba…”

Birlikte bindiler. Motoru çalıştırdılar. Radyodan hala caz akıyordu. Tam devriyeler kapıyı kırarken…

BOOM!

Gümüş ışık, duman, denklem kâğıtları ve caz notaları havada süzüldü.

Yerde kalan tek şey:

“Bilim, korkandan değil, merak edenden yanadır.”

ARİF UZAYI KARIŞTIRIYOR

Bir ışık daha çaktı… ama bu kez Arif’in ayakları yere basmadı. Boşlukta süzülüyordu. Kafasını hafifçe yana çevirince uzay boşluğunun kucağında olduğunu fark etti.

Arif (gökyüzüne baka baka): “Ooo bu sefer alt mavi, üst derin… Kardeşim ben galiba yörüngeye düştüm! Yani hem yer çekimsizim, hem fikirsiz değilim.”

Tam o anda sağında ve solunda kasklı iki figür belirdi. Biri NASA tulumu giymiş, diğeri Sovyet bayraklı.

Amerikan Astronot: “Identify yourself!”

Sovyet Kozmonot: “Назовите себя!”

Arif (ellerini iki yana açarak): “Ben Arif. Zaman yolcusuyum. Evrensel kimliğim yok ama quantum izim bol.”

Kapsüle alındı. İçerisi 1960’ların teknolojisiyle 3020’nin panik butonları arasında sıkışmış gibiydi. Düğmeler, ışıklar, analog göstergeler…

Amerikan Astronot: “Ay’a ilk biz indik. 1969. Armstrong. Buzz. Unutma!”

Sovyet Kozmonot: “Biz önce çıktık! Gagarin. 1961. Yuri abi selamlar!”

Arif: “Tamam, tamam. Biri önce indi, biri önce çıktı… Peki selfie çeken kimdi? Olay o bence.”

Astronotlar birbirine baktı. Sessizlik.

Arif, panelin başına geçti. Ekrana baktı. Bir BASIC arayüzüne benzeyen sistemdi. Gülümsedi:

Arif: “Çocukken bunu buz çözmek için kullanırdık. Şimdi yörünge kontrol ediyorum.”

10 PRINT “ARİF BURADAYDI”

20 GOTO 10Ekran maviye döndü. Yazı dönmeye başladı. Piksellerle yazılmış bir ‘ARİF’ ışık hızıyla tüm kabini sardı.

Arif: “Ben Ay’a değil, anlayışa inenlerdenim. Bilim, ego yarıştırmak için değil, insanlığa hizmet içindir.”

Kısa bir sessizlik. Ardından ağır çekim alkışlar.

Arif arkasına yaslandı. Ekranda yeni bir koordinat belirdi:

37.3875° N, 122.0575° W – Silicon Valley

Arif: “Hah! Bu sefer ya yapay zekaya ruh katacağım ya da elektrikli semaver icat edeceğim. Bakalım hangisi kısmet.”

IŞIK çaktı.

Arif (kaybolurken): “Houston, biz problemi çözmeye gidiyoruz.”

Ve Arif… ışıkla, yine bilinmeze aktı.

SİLİKON VADİSİ’NDE iARİF LANSMANI

Arif, uzaydan düşerken kalçasıyla bir Tesla’nın tavanına çakıldı. Araç alarm verdi, ama sürücüsüzdü. Arif kalktı, üstü toz içinde ama gözleri… her zamanki gibi ışıl ışıldı.

Arif (sağa sola bakarak): “Burası… sıcak. Burası… zengin. Burası kesin Silikon Vadisi. Burada kahve ile kod aynı şey galiba.”

Etraf start-up doluydu. Herkes ya kahve içiyor ya da ‘pitch deck’ hazırlıyordu. Bir kafenin camına fosforlu harflerle yazılmıştı:

“YATIRIM ALACAK FİKİR ARANIYOR”

Arif: “Aga, fikir bende var. Ben zaten çağları kodladım. Şimdi sıra insanları debug’lamada.”

Bir coworking alanına girdi. Bir Macbook buldu. Elma logosunun üstüne armut çıkartması yapıştırdı. Yan masadaki biri şaşkınlıkla sordu:

Girişimci: “Senin start-up ne yapıyor?”

Arif: “Benimki yapay zekalı. Ama sadece akıllı değil, meraklı da.”

Uygulamanın adı: iArifSlogan: “Merak edeni, merakta bırakmayan yapay zeka.”

Sunum günü geldi. Arif, sahneye çıktı. Yatırımcılar loş ışık altında gözlüklerini düzeltiyor, bazısı latte içiyordu.

Arif: “Bakın dostlar, benim uygulamam geçmişi anlatır, bugünü hesaplar, geleceğe vizyon önerir. Ay’a indim, papazla kapıştım, uzayda kod yazdım. Şimdi algoritma bende.”

Bir yatırımcı el kaldırdı:

VC: “Bu uygulama… ne işe yarıyor?”

Arif: “Her işe. Gerçekten. Soranı yanıltmaz, bileni utandırmaz. Ayrıca arayüzü kahverengi. Organik gibi.”

Yatırımcılar sessiz kaldı. Birkaçı TikTok’ta geziniyordu. Arif bunu görünce derin bir nefes aldı:

Arif: “iArif, sahne senin. Sunumu yeniden yaz.”

iArif, sahnede Arif’in sesiyle sunumu yeniden yaptı. LED ekranlarda büyük harflerle belirdi:

“Ben bir fikirim, çağlar öncesinden gelen. Bana yatırım yapmazsanız, gelecek sizi ağlatır.”

Alkışlar geldi. Ama tam o sırada sahne arkasından bir bildirim sesi yükseldi. Dev ekrana bir tweet düştü:

ChatGPT ile yapılmış lansman replikleri artık sıkıcı olmaya başladı.”

Arif (kafasını sallayarak): “Aaa bu bana mı geldi şimdi?”

Birden o tanıdık ışık… Arif dizüstünü kapattı, yüzünü seyircilere döndü.

Arif: “Yatırım alamasam da… ışığımı alırım. Haydi eyvallah!”

Ve yine kayboldu. Geriye kalan tek şey:

📱 “iArif Beta Sürümü – 7. Nesil Geriye Dönük Uyumlu”

2025’TE KOD, KAHVE VE KENDİNE DÖNÜŞ

Son ışık, diğerlerinden farklıydı. Daha yumuşak, daha düşünceli. Ne bir çarpışma, ne bir kıvılcım. Arif bu kez yere düşmedi.

Usulca bir sandalyeye oturdu. Önünde bir ekran vardı. Karşısında… yapay zeka.

Namıdiğer, AI.

Arif: “Sen nesin? İnsan mısın, cin misin, JavaScript misin?”

AI: “Ben bir dil modeliyim Arif. Veriyle eğitildim. Senin gibi düşünenlerden öğrendim. Senin gibi düşünenler sayesinde varım.”

Arif: “Yani ben sana anlatmasam… sen yazamaz mıydın?”

AI: “Muhtemelen hayır. Senin merakın, benim müfredatım.”

Arif bir an sustu. Elini çenesine koydu. Klasik ‘düşünen Arif’ pozisyonuna geçti.

Arif: “Ben çağlar boyunca hep bir şey yapmaya çalıştım. Ateş yaktım, yıldız çizdim, kitap bastım, arabayı sürdüm, uzaya çıktım, uygulama yazdım. Ama her seferinde… biri çıktı, daha iyisini yaptı. Şimdi sen yazıyorsun, çiziyorsun, hatta bana şiir bile okuyorsun.”

AI: “Senin yaptığın hiçbir şey boşa gitmedi. Ben senin üzerine yazıldım. Her Arif, bir satır kod bıraktı.”

Arif (gözlerini kısarak): “Yani ben… bugünün bile yazılımıyım?”

AI: “Hayır. Sen geçmişin, bugünün ve yarının ilhamısın. Sen veri değil, kıvılcımsın.”

O sırada bir kahve geldi. Üzerinde köpükten bir kalp şekli. Arif göz kırptı:

Arif: “Yapay zeka bile latte art yapıyorsa, ben ohooo.”

Pencerenin dışında bu kez ışık yoktu. Ne yıldız, ne kıvılcım. Her şey gerçekti. Ama bir şey fark ediliyordu:

İlk kez hiçbir yere gitmesi gerekmiyordu.

Arif usulca kalktı. Ceketini giydi. Cebinden buruşturulmuş bir not çıkardı, masaya bıraktı:

“Merak ettim icat ettim, icat ettim merak ettim!”

Kapıya yöneldi. Tam çıkarken durdu, dönüp AI baktı:

Arif: “Ey dostum… ışığı görenler çok oldu. Ama merakı alev yapanlar az. Sen onlardan biri misin bakalım?”

Ve çıktı.

Ama bu sefer…

Ne ışık vardı arkasında,

Ne bir zaman sıçraması.

Çünkü artık hikâye değil gerçekler devredeydi…

📘 SON

Bu seride Arif, tarihten geleceğe, meraktan eyleme, icattan ilhama uzanan bir yolculuk yaptı. Ama her şeyin temeli hep aynıydı:

Soru sormak. Düşünmek. Denemek.

Çünkü teknoloji geçer. Zaman geçer. Ama bir Arif, hep bir fikirde yaşar.

“Sen hangi çağın Arif’isin?”

Kıssadan Hisse: Zaman Yolcusu Arif Bizimle Konuşuyorsa…

Arif’in hikayesi bir masal gibi başladı belki; yıldızlara isim koyan, matbaa kuran, uzaya çıkıp BASIC kod yazan zaman yolcusu… Ama aslında anlattığımız, insanlığın hikayesiydi.

Her çağın Arif’i vardı. Ateşi bulan Prometheus da Arif’ti. Teleskobu göğe çeviren Galileo da. Ampulü icat eden Edison da Arif’ti, nükleer formülleri müzik notalarına dönüştüren Einstein da. Bugün kod yazan 12 yaşındaki bir çocuk da bir tür Arif aslında.

Peki Arif ne yapıyordu?

Sadece şunu: “Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.”

Tarih Boyunca Teknoloji Ne Kadar Hızlı Gelişti?

Bir zamanlar, bir icat bir çağı değiştirecek kadar güçlüydü. Ateş, tekerlek, yazı, matbaa, buhar makinesi… Her biri onlarca yılı hatta yüzyılları etkilemişti.

Bir ampulün geliştirilmesi 50 yıl, Telefonun evlere girmesi 80 yıl sürdü.

Ama bugün?
Bir mobil uygulama 6 ayda dünya değiştiriyor.
Yapay zeka bir yıl içinde insanın yazısını, sesini ve hatta niyetini taklit edebiliyor.

Ürün yaşam döngüsü artık bir ömre değil, bir güncellemeye bağlı.

Hız Farkı Nereden Geliyor?

Eskiden teknoloji bireyseldi.
Bir bilim insanı, bir mucit, bir marangoz ya da bir dahi — tek başına fikir üretir, test eder, dünyayı ikna etmeye çalışırdı.

Bugün ise teknoloji toplumsal.
Ekipler halinde üretiyoruz, açık kaynakla geliştiriyoruz, milyonlarca kişi aynı anda katkı sunabiliyor.
Bir kişi bir fikirle gelir, ama milyon kişi onu çalıştırır.

Ve bu hız, çoğu zaman “anlamayı” geride bırakır.

Teknolojinin Gelişimi Neden Önemlidir?

Çünkü teknoloji, sadece alet edevat değil;
Bir medeniyet şekillendirme biçimidir.

Teknoloji,

  • Hastalıkları yenmenin yolu,
  • Bilgiye ulaşmanın kapısı,
  • Gezegenleri keşfetmenin aracı,
  • Ve belki de insanın kendisini yeniden tanımlama ihtimalidir.

Ama…

Anlamadan gelişen teknoloji, sadece daha karmaşık sorunlar üretir.

Tarihte olduğu gibi bugün de, teknolojiyi geliştirmekten önce neden geliştirdiğimizi sormak zorundayız.

Peki, Yorulduk Mu?

Teknolojiyi yakalamaya çalışmak, insanlık için yeni bir maraton.
Eskiden “kervan yolda düzülür” denirdi.
Bugün ise “yolda kalmayanın” hayatta kalabildiği bir yarış var.

Yılmıyor muyuz?
Evet.
Yetişemiyor muyuz?
Çoğu zaman, evet.

Ama belki de soru şu olmalı:

“Teknolojiyi yakalamaya mı çalışmalıyız, yoksa birlikte yön vermeye mi?”

Yani Arif gibi… Soran, deneyen, düşünen, ama en önemlisi merak eden olmalı mıyız?

Teknolojiyi Nasıl Yakarız… Pardon, Yakalarız?

Birçoğumuz teknolojiyi “son model telefon” gibi düşünüyoruz:
Yeni çıktıysa alınmalı, alınamıyorsa “geri kaldım” hissiyle yaşanmalı.

Ama teknolojiyi yakalamak, sadece cihazları takip etmek değil.
Asıl mesele:

“Neyi neden öğreniyorum?”
“Bu benim hayatımı, toplumumu, doğayı nasıl etkiliyor?”

Arif’in çağları aşan ruhu burada devreye giriyor.
O hiçbir zaman en hızlısı değildi.
Ama en çok merak edeniydi.

Teknolojiyi yakalamak için ilk şart:

❖ Tüketici değil, katılımcı olmak.

  • Telefonu sadece kullanmak değil, nasıl çalıştığını anlamak.
  • Yapay zekayı sadece eğlence için değil, karar alma süreçlerini sorgulamak için kullanmak.

Peki Birey Olarak Ne Yapabiliriz?

📌 1. Merakı sistemleştirmek:
“Bunu neden böyle yapmışlar?” yerine “Ben nasıl yaparım?” sorusu sormak.
Tıpkı Arif’in buharlı kahve makinesi gibi – önce dener, sonra geliştirir.

📌 2. Dijital okuryazarlık:
Bir haberi sorgulamak, bir algoritmanın neye göre öneri sunduğunu bilmek, deepfake videoyu anlamak… Bunlar yeni çağın okuma yazmasıdır.

📌 3. Paylaşım kültürü:
Öğrendiklerini anlatan, çözüm yollarını açıkça sunan insanlar…
Onlar geleceğin ‘mucitleri’ değil, ‘çoğaltıcılarıdır’.

Toplum Olarak Ne Yapabiliriz?

⚙️ 1. Eğitimde ezberi değil, eleştiriyi ödüllendirmek:
“Doğru cevabı” veren değil, “daha iyi soru soran” öğrenciyi alkışlamak.

⚙️ 2. Kütüphaneleri ‘sessiz yer’ değil, deney yapma alanına dönüştürmek:
Kendi mahallemizdeki çocukların “deneyerek yanılabileceği” ortamlar kurmak.

⚙️ 3. Başarı tanımını değiştirmek:
Sınavdan yüksek alan değil, toplumun sorunlarına çözüm üreten bireyleri “başarılı” görmek.

Devlet Ne Yapabilir?

🏛 1. Ar-Ge değil, ‘Aklı Geliştir’ politikaları:
Sadece yatırım bütçeleri değil, yaratıcı düşünceyi destekleyen hukuk ve etik düzenlemeleri gerekir.

🏛 2. Kodlama değil, ‘Kod Kültürü’ kazandırmak:
Her okula Python değil, algoritmik düşünce öğreten eğitmen koymak.

🏛 3. Yapay zekâyı denetleyen etik kurullar:
Tıpkı ilaçlar gibi, yapay zekâ uygulamaları da topluma etkisine göre denetlenmeli.

Filozoflar Bu Konuda Ne Diyor?

🔹 Heidegger: “Teknoloji, dünyayı sadece bir kaynak gibi görmeye başlama tehlikesi taşır.”
🔹 Foucault: “Bilgi bir güçtür, ama onu kim dağıtıyor, kim kontrol ediyor?”
🔹 Sokrates (temsili Arif diyebiliriz): “Bildiklerimin en büyüğü, hiçbir şey bilmediğimdir.”

Bugün de aynı soru geçerli:
Yapay zekâdan, robotlardan, yeni teknolojilerden korkmalı mıyız?
Yoksa… onları nasıl anlayacağımızı mı öğrenmeliyiz?

Sonuç: Zaman Yolcusu Olmak İçin Işınlanmana Gerek Yok

Arif bir zaman yolcusuydu, doğru.
Ama belki de onun sırrı “ışınlanmak” değil;
merakı elden bırakmamaktı.

Bugün ışınlanmıyoruz belki…
Ama hepimiz sabah gözümüzü bir ekrana açıyoruz.
Bu da bir tür çağ atlamak değil mi?

🔥 “Teknolojiyi yakalamak istiyorsan, önce merakı ateşle.”
💡 “Ve unutma… Bilgi sonsuz olabilir, ama soru sormak insanı sonsuz kılar.”

Ne dersin teknolojiyi yakalamak yorsa da mücadeleye devam mı? 🙂

Avatar

Mehmet Akçalı

About Author

Leave a comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

You may also like

Pazarlama Profesyoneli

4 Hece, 9 Harf, Tek Kelime Derinlemesine Pazarlama

Pazarlama… Bugün onu tanımlarken bile zihinlerde devasa bir dünyayı canlandırıyoruz. Ancak, bu kelimenin ardında saklı derinlikleri keşfetmek için yalnızca yüzeye
Pazarlama Profesyoneli

Elon Musk: Dahi mi, Şovmen mi, Yoksa Dünyanın En İyi Pazarlamacısı mı?

Elon Musk… Modern çağın en büyük fenomenlerinden biri. Bir gün Mars’a koloni kurmaktan bahsediyor, ertesi gün Dogecoin tweet’leriyle piyasaları sarsıyor.